fbpx

Tarihin Tozlu Sayfalarından; Sisi…

Asiliği, dik başlı duruşu, özgür ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen melankolikliği, bu melankolikliğin altında yatan gizli gücü ve kararlı karakteri, seyahate düşkünlüğü ve takıntılı yaşam şekli ile bir başka dünyanın kadını Elisabeth… Ya da dünyanın onu tanıdığı diğer adıyla, Sisi… 

Bavyera Prensesi Elisabeth, kuzeni Avusturya Veliaht Prensi Franz Joseph ile evlendiğinde sadece 16 yaşındaydı. Aslında Elisabeth’in ablasıyla evlenmesi düşünülen Joseph, ani bir kararla Elisabeth’e olan aşkını ilan etti ve ablasıyla değil Elisabeth ile evlendi…

Hiçbir zaman kraliyet hayatına alışamayan Elisabeth, yani nam-ı diğer Sisi, arka arkaya, Sophie, Gisela ve Veliaht Prens Rudolph’u dünyaya getirdi (Rudolph’un hikâyesini ‘Mayerling Şatosu ve Kızıl Prenses’ yazısında anlatmıştım). Bu üç çocuktan sonra bile Elisabeth ile Rudolph’un aşk yaşamları iyiye gitmedi. Elisabeth; utangaç, doğal, saf bir genç kız olarak geldiği sarayda, zamanla, yaşadığı zorluklar nedeniyle bir ‘Demir Leydi’ye dönüştü. Güzelliğini de hayatındaki birçok şey gibi takıntı haline getiren Sisi, hayatı boyunca asla elli kilonun üzerine çıkmadı, günde üç saat topuklarına kadar uzanan saçlarını tarattı ve neredeyse aynalarla birlikte yaşadı. Heinrich Heine‘ye âşık olan Sisi, gecelerce şiir yazdı, ata bindi ve soylu bir kadına yakışmayacak bir şekilde sigara içti. Sağlık sorunlarını bahane ederek sürekli kocasından uzaklaştı ve başka şehirlerde inzivaya çekildi. Ancak ne kadar seyahat ederse etsin, nereye giderse gitsin içindeki melankoli ve hüzün onu asla terk etmedi…

Saraydaki tüm seremonilerden nefret eden Elisabeth, hayatı boyunca sürekli özgürlükçü düşüncelerden bahsetti ve saray yaşamının baskısı, eşiyle düzgün gitmeyen aşk hayatıyla birleşince mutsuz ve melankolik dünyanın kapıları Sisi’ye sonuna kadar açıldı…

İç dünyasında sürekli mutsuz ve gergin olan bu kadının, güzelliğiyle tüm Avrupa’yı büyülemesi gerçekten ilginç… Belki de Sisi, bu yüzden güzelliğine bu kadar takıntılıydı. Çünkü hayatında parçaları eksik olmayan tek şey güzelliğiydi… Ruhu ise paramparça ve hep eksik

Evlendikten sadece beş sene sonra eşinin kendisini aldattığını öğrenen Sisi, sonrasında sürekli değişik bahanelerle –ki bu bahanelerin çoğu da sağlıkla ilgiliydi- başka şehirlere giderek oralarda yaşamaya başladı. Seyahatlerinden birkaç sene sonra saraya döndüğünde ise Elisabeth’in daha özgürlükçü ve daha asi davranışları olduğu gözlemlendi. Seyahatlerinden birinden geri döndüğünde de oğlu için soylu bir öğretmen tutmak yerine halktan birini tuttuğundaysa, saray eşrafı söylentileri doruk noktasına taşıdı. Zaten sarayın ‘isyankâr’ olarak tanımladığı, Macarlar’a destek olduğu bilinen Sisi, bu hareketiyle iyice göze battı.

1886 yılına gelindiğinde ise oğlu Rudolph’un, sevgilisi Marie Vetsera ile intihar etmesinin ardından Sisi, tamamen saray hayatından uzaklaştı ve kendini zayıflamaya ve spora verdi. Sürekli ata binen ve zayıf kalmak için spor yapan Sisi’nin hareketleri, o dönemde kabul görmesi zor olan şeylerdi çünkü o zamanlarda kadınların, hele hele de imparatorların jimnastik yapması kabul edilir şey değildi.

Takvimler 1898 yılını gösterdiğinde ise Sisi, İsviçre ziyaretindeyken Cenevre’de, Luigi Lucheni adlı bir anarşist tarafından bıçaklanarak öldürüldü… Suikaste kurban gitmesi, halkın gözünde Sisi’yi bir kahraman yaptı. Bu bıçaklanma sırasında Sisi’nin son sözünün, “Bana ne oldu?” olduğu söylenir…

Viyana’nın her köşesinde, hayatı boyunca mutluluğu hiç yakalayamamış bu imparatoriçenin resimleri vardır. Şu anda da Hofburg Sarayı’nda kendisine ait sergilenen 6 tane oda vardır. Güzelliği ve mutsuzluğu, soyluluğu ve halkla iç içe oluşu, asi ve kararlı oluşu ve bir suikaste kurban gitmesi onu, halkın gözünde daha yüksek bir mertebeye taşıdı.

Mezarı Viyana’da bulunan Sisi’yi tarih sayfaları; güzelliği, mutsuzluğu ve asiliği ile yazar… 

1955 yılında İmparatoriçe Sisi için, ‘Sissi’ adında bir film yapılmış ve bu filmde Romy Schneider rol almıştır. Ayrıca onu anlatan opera ve tiyatro eserleri ve çizgi dizi niteliğinde birçok yapım da mevcuttur. Hem Avusturya hem de Macaristan halkı tarafından çok sevilen Sissi’nin pek çok anıtı ve tablosu da yapılmıştır ve adına para dahi basılmıştır.

Kısacası; hayatını mutsuz ve tamamen kafasındaki sorunlar ve sorularla mücadele ederek geçiren Sisi, hiç ait olmadığını düşündüğü bu saraylarda tüm ömrünü geçirmiştir. Kapalı bir kutu gibi yaşadığı hayatında saklı, gizli ne varsa onunla birlikte sonsuza kadar aramızdan çıkıp gitmiştir. O dönemde tüm saray eşrafına ters gelen ve alışılmışın dışında yaşayan bu kadın belki de, “deli”nin aslında çevresindekiler olduğunu düşünerek ve büyük ihtimalle hayata bir kere geldiğinin farkındalığıyla sadece yaşamış, gezmiş ve hayatın anlamını aramıştır… 

Not: Mayerling Şatosu ve Kızıl Prenses yazısında anlattığım, Sisi’nin oğlu Rudolph da tıpkı annesi gibi asi bir yaşamı tercih etmiş ve içine kapanık ruh halinin neticesinde de şatosunda ölü bulunmuştur. Rudolph da aynı annesi gibi, saray yaşamına uygun olmadığını düşünerek bir ömür geçirmiş ancak o, annesi kadar melankolik olmak yerine kendisine –erkek olmanın verdiği bir güçle belki de-, bir türlü sevemediği karısının yerine âşık olduğu kadını yol arkadaşı olarak seçmiştir.

Leave a Reply

Ödemeye Devam Et