Böyle bir adam geçti bu dünyadan ve her adımında bambaşka bir dünya hediye etti bizlere…
Şimdi hikâyeyi en başa sararak anlatmaya başlayacağım; nedir, necidir bu adam? Kimlerdendir?
1901 yılında Chicago’da doğan Walter Elias Disney, beş çocuklu bir ailenin ferdi. Walt Disney, hasta olan babasına bakmak için çok farklı işlerde çalışmış. Onun diğer çocuklardan farklı olan en belirgin özelliği ise çok yaratıcı olmasıymış. Tabii ki de öyle olmak zorundaydı… Çevresindeki hayvanları inceliyor, onların insanlara benzeyen özelliklerini düşünüyor, öyle ki hayalinde bir devekuşuna bale yaptıracak kadar tüm bunları kafasında canlandırıyormuş. Hatta zamanının önemli bir bölümünü hayvanat bahçelerinde geçiriyormuş. Dostları onun zaman içinde hayvanların konuşmalarını anlayacak noktaya ulaştığını düşünüyormuş.
14 yaşına geldiğinde ise bir sanat kursuna katılmaya karar vermiş ve çizim yeteneğini geliştirerek karikatür çizmeye başlamış… Hani şöyle hikâyeler duyarsınız: “Şimdi çok büyük adam ama zamanında ne kapılar kapanmış yüzüne, kimse beğenmemiş yaptığı işi” diye… İşte onlardan birisi Walt Disney de… O dönem birçok karikatür çizip gazetelere götürüyormuş yayınlasınlar diye ama nafile… Tüm çaldığı kapılar ret cevabı veriyormuş kendisine… Hatta çizimlerini gösterdiği Kansas City Star’ın yayın müdürü, Disney’in hiçbir yeteneğinin olmadığını söyleyerek umutlarını yıkmış…
“Bir zamanlar fakir ama genç bir adam vardı…” diyerek sandalyesini döndüreceği günler geliyor Disney’in ama kimse farkında değil tabii o zamanlar…
Ve en sonunda birisi bu yeteneği keşfetti; o kişi kim mi?
Mahalli kiliselerden birisinin rahibi (!)…
Yani tam olarak istenen şekilde olmasa da sonuçta bir gelişme vardı…
Bu tekliften sonra Walt Disney’e kilisede kalması ve çalışması için bir oda verildi ve görevi de kilisedeki etkinliklerin resimlerini çizmekti. Tabii küçük bir ücret karşılığında…
Walt Disney’in en büyük şansı ise bu odada tek başına olmamasıydı. Odada bir fareyle birlikte yaşamanın bir insanın hayatını değiştirebileceği kimin aklına gelirdi ki… Üstelik sadece Walt Disney’in değil, farenin hayatı da değişecekti… Ve yıllar sonra “Mickey Mouse” adı ile anılacaktı…
İşte şimdi Disney, hayatla tanışıyor…
Disney, 16 yaşında eğitimini yarıda bıraktı ve ambulans şoförü olarak orduya yazıldı ve 1919’a kadar Fransa’da Kızıl Haç’ta çalıştıktan sonra Amerika’ya geri döndü. Memleketine dönünce reklam ressamı olarak iş bulan Walt Disney, arkadaşı Ub Iwerks ile birlikte Kansas City’de bir reklâm ajansı için kısa çizgi filmler yapmaya başladı. 1920 sıralarında, sinemalarda reklam amacıyla gösterilen kısa çizgi filmlerden oluşan LaughO-Gram’ları icat ettiler. Ancak ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı ve Disney ve Iwerks birlikte kurdukları şirketi 1922’de kapamak zorunda kaldılar.
Bunun üzerine Hollywood’a giden Disney, burada bir yıl sonra erkek kardeşi Roy ile birlikte Disney Company’yi kurdu. Ama arkadaşı Iwerks’i de unutmamıştı Disney ve o da sonradan bu şirkete ortak oldu.
Disney’in sinema pazarına girmesi 1923 sıralarında “Alice in Cartoonland” (Alice Çizgi Film Diyarında) adlı dizi filmle gerçekleşti. Bu dizi tıpkı 1927’de üretilen “Oswald, the Rabbit’ (Tavşan Oswald) adlı çizgi film dizisi gibi, başarıya ulaşamadı. Yani bir dizi başarısızlıkla ilerliyordu Disney ama hadi bakalım… Daha bu hayatta ne kadar sabırlı olması gerekiyordu ya da daha fazla ne yapması gerekiyordu acaba?
1928 yılına gelindiğinde ise o beklenen kahraman geldi: Mickey Mouse… Ve başarıya giden kapılar sonunda açılmaya başladı… Bu tiplemeyle iki sessiz film çektikten sonra, sesli filmin olanaklarına hayran kalan Disney, üçüncü filmi sesli çevirmeye karar verdi. Bu girişimi yüksek maliyeti nedeniyle eleştiren kardeşi Roy ise tabii ki sözünü dinletemedi.
1928’de sinemalarda gösterime giren “Steamboat Willie” (İstimbot Willie), dili, müziği ve çizgiye dökülmüş gag’ları birleştirmesiyle izleyicilerin büyük beğenisini kazandı. Disney, resimlerinin hareketlerini, müziğin ritmine uydurma amacını “Silly Symphonies” (Saçma Senfoniler) adlı dizi filminde mükemmel hale getirdi. Toplam olarak 70’i aşkın kısa film üretti. Disney’in 1932’de gerçekleştirdiği ilk renkli çizgi film Technicolor yöntemiyle çekildi.
Siz de okurken fark etmişsinizdir: Disney risk almaktan ve yeniyi denemekten korkmayan bir insanmış. 1928’de de aynısını yapmış; servetinin tümünü bir akşamı dolduracak renkli, sesli uzun bir çizgi filme yatırmaya karar vermiş. Üç yıl süren hazırlık çalışmaları 1,5 milyon doları aşınca, şirketleri iflasın eşiğine gelmiş. “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” masalını konu alan bu filmi 1937’de sinemalarda gösterime girdiğinde 8 milyon dolardan fazla hasılat getirmiş ve Disney’in, başta gelen çizgi film üreticisi olarak nam salmasını işte bu film sağlamış. Ve 1940 yılına geldiğinde de “Pinokyo” adlı filmiyle yeniden sinemada büyük bir başarıya imza atmış.
Stüdyoları başarılı çizgi film üretimini sürdürdüğü halde, Disney giderek geleneksel filmlere ve belgesellere yoğunlaştı. Özellikle edebiyattan aldığı konularla aile filmleri yapmaya önem verdi. Üreticilik çalışmaları yanı sıra Disney 1954’ten sonra oynattığı “The Wonderful World of Colour” (Renklerin Harika Dünyası) adlı televizyon dizisinde kendisi de görünerek milyonlarca çocuk tarafından tanınmasını sağladı. Ayrıca, çoktandır oyuncak fabrikatörleri ve reklamcılar tarafından aranan bir ürün haline gelmiş olan figürlerinin pazarlanmasına yönelik çalışmalarını yoğunlaştırdı.
1955 yılında California’da, Los Angeles’ın güneyindeki Anaheim’da ilk Disneyland eğlence parkını açtığında ise çocukların dünyasında somut olarak bir kahramana dönüşmüştü… Adamın birisi, ekranın arkasındaki çizgi filmleri göz önüne getirmeyi başarmıştı. Ve çocukların hayattaki en büyük amacı, bir gün Disneyland’ı görmek olmaya başlamıştı… O anda tanımasalar da, yıllar sonra Walt Disney amcalarını büyük bir minnetle anacaklardı…
Ardından Florida eyaletinin Orlanda kentinde ikinci eğlence parkının açılışını yaptı. Paris ve Tokyo’da da parklar açtı. 1966 yılında Walt Disney’in ölümünden sonra da Disney şirketi büyümeye devam etti.
Babası, “sanatçı olacağım” dediğinde ona destek olmayacağını söylese de o, hayallerinden ve rüyalarından vazgeçmedi…
Disney 1960’lardan sonra çektiği filmlerde sinema oyuncularını çizgi film seansları içinde göstererek oynattı. Çizgi film öncüsü Disney’in en büyük başarılarından biri olan “Mary Poppins” (1964) bunların en parlak örneklerinden birini oluşturmaktadır. Disney 1966 yılında Burbank’ta öldüğünde filmleri için toplam 29 tane Oscar’a sahip olmuştu.
Polo oyununda omuzunu ve boynunu sakatlayan Walt Disney’in duruşu da biraz kamburlaşmış. Hastaneye gitmeye başladığında herkes, “sonunda iyileşmek için hastaneye gitmeye başladı” diye düşünürken aslında kanser tedavisi için hastane yollarında olduğunu kimse tahmin dahi edemezdi…