fbpx

Soğuk Savaş Döneminde Berlin’in Hikayesi

‘Berlin’ denilince aklıma ilk gelen şey Berlin Duvarı…
2. Dünya Savaşı’nı kaybeden ve başkentiyle birlikte tüm ülkesini işgal kuvvetlerince dörde böldüren Almanya, yeni bir oluşumun içinde nefes almaya başlamıştı…

Fransa, Amerika, İngiltere, Sovyet Birliği olarak yönetilmeye başlanan Almanya’nın önünde, uzun bir kara leke olarak anılacak olan yeni bir tarih yazılıyordu artık… Ancak bu bölünme, bir süre sonra Batı’nın iç ittifakı ile Sovyet kısmı dışında yönetimsel olarak birleşti ve bu birleşmeyle Batı Almanya’nın kimliği oluştu. Ve aynı dönemde Sovyetler destekli Doğu Almanya da sahnede vücut bulmaya başlamıştı.

Tarih 1952’yi gösterdiğinde artık Almanya’da katı sınırlar çizilmişti; Başkent Berlin ise ortada kalmıştı. 50’lerde Sosyalist ekonomi otoriter siyaset ile yönetilen Doğu Almanya’dan, Batı destekli olarak büyük bir ekonomik gelişim yaşayan Batı Almanya’ya binlerce insan kaçmaya başladı. Ve takvim, 13 Ağustos 1961’i gösterdiğinde, bu kaçışı önlemek amacıyla, bir gecede Berlin Duvarı yapıldı. Soğuk savaşın en açık sembolü olan bu duvar, batı yakasında “utanç duvarı” olarak da anılıyordu.

Bu ‘Beton’, 46 km uzunluğundaydı ve binlerce insanın umutlarının üzerinde adeta bir gökdelen gibi yükselmişti. Doğu ve Batı Berlin’in arasındaki bu duvar, aslında biri 3,5 diğeri 4,5 metrelik iki çelik parçadan oluşuyordu. Doğu tarafına bakan duvar kaçmaya yeltenecek insanların kolay görünmesi için beyaza boyanmıştı. Buna karşılık Batı Almanya’ya bakan taraf ise grafitti ve çizimlerle doluydu. Doğu kısmında duvar boyunca yerde çelik kapanlar ve mayın tarlaları bulunuyordu, 186 yüksek gözetleme kulesi ve yüzlerce lamba konmuştu. Doğu tarafında motosikletli ve yaya polisler ve köpekler de kontrol halindeydi. Duvar boyunca 25 karayolu, demiryolu ve suyolu sınır kapısı yer alıyordu. Tüm bu kontrol ve gözetlemelere rağmen, yaklaşık 5 bin kişi tüneller, evde yaptıkları balonlar ve bunun gibi yollarla, Doğu’dan Batı’ya kaçmayı başardı.

Duvarla birlikte Doğu’dan Batı’ya kaçışlarda dramlar da yaşandı, birçok kişi kaçarken hayatını kaybetti. Bu kaçışlarda en büyük travmalarda biri de Bernauer Strasse‘de yaşandı. Bu sokaktaki evler Doğu’da yer almalarına rağmen ön cepheleri Batı’ya bakmaktaydı. İlk başlarda buradaki evlerin pencerelerinden, yaralanmayı ve sakatlanmayı göze alan kaçışlar oldu, sonraları ise bunu önlemek için evlerin pencereleri tuğlalarla örüldü. Kısa bir süre sonra ise bu evler tamamen yıkılarak yerlerine duvar örüldü. İşte tam da bu bölgede, 22 Ağustos 1961’de, gelecekte ismi; ‘Doğu’dan Batı’ya kaçmak isterken yaşamını yitiren ilk kişi’ olarak tarihe geçecek olan, Ida Siekmann can verdi.


1989 yılına gelindiğinde,  hükümet tarafından en azından diğer Sovyet ülkeleri olan Çekoslavakya, Macaristan, Polonya, Yugoslavya gibi ülkelere seyahat izni verildi ve bu ülkelere akın eden binlerce Doğu Almanyalı insan buralardaki Batı konsolosluklarına sığınma talebinde bulundu. Özel trenlerle de bu coğrafyanın dışına kaçırıldılar. Ve artık duvar işlevini kaybetti ve tarihin unutmayacağı ‘Utanç Duvarı’ etkisini kaybetti… Ve 13 Haziran 1990’da birçok ölümün sebebi olan, insanların acılarını ve haykırışlarını içine hapseden, birçok aileyi, akrabayı birbirinden ayıran, insanların senelerce “umutsuz” yaşamasına sebep olan bu utanç duvarı nihayet yıkılmaya başlandı. Hem de en kötü anıların biriktiği yerden; Bernauer Strasse’den…

Bir gece yarısı başlayan bu yıkımı, insanlar; gözyaşlarıyla, umutlarıyla, çığlıklarıyla ve mutluluklarıyla izlediler. Birçok TV kanalının yanı sıra dünya, Berlin Duvarı’nın koca bir kara leke gibi yerle yeksan oluşunu izledi… Ve 13 Ekim 1990’da da Alman Demokratik Cumhuriyeti (Doğu Almanya) resmen tarihe gömüldü.

Almanya Başbakanlığı yapan Angela Merkel de duvarın yıkıldığı gece, bariyeri aşan binlerce insanın arasındaydı. Ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. Yılında yaptığı konuşmada Merkel işte şu cümleleri söyledi: “Almanların 25 yıl önceki deneyimi şunu gösterdi: Rüyalar gerçek olabilir. Hiçbir şey olduğu gibi kalmak zorunda değil”.

Berlin, duvarında sahneledi acılarını… Yıllar süren ama yüzyıllar gibi gelen ağlamalar, kaçışlar, yaralanmalar, ölümler…

Kendi içinde sınırı olan bir ülke düşünün… İki tane kocaman dünya savaşını atlattıktan sonra bile ve hatta bu savaşlarda verdiği ölümlerin yasından sonra bile sorabilirim ki; ‘Berlin Duvarı’ kadar çok canı yanmış mıdır acaba?

İşte bu kadar yıkılan, kırılan, savaşılan ve hatta duvarları çizilen, sınırlarında insanları ölen bu şehir ve bu ülke bugün gelişmişliğin en büyük örnekleri arasında sayılıyorsa eğer tarihini okumak ve mutlaka gezmek, görmek, analiz etmek gerekir diye düşünüyorum… Ne müzeleri, ne kiliseleri, ne caddeleri, ne kapıları, ne meydanları var görülmeye değer, üzerinde yıllarca konuşmaya ve en az Berlin Duvarı kadar unutulmamaya değer…

Leave a Reply

Ödemeye Devam Et